HÜRRİYET

30 Haziran 2012 Cumartesi

Oblomov 'musun ?

Rus edebiyatının hiçbir kahramanı, ne Raskolnikov, ne Mişkin, ne Prens Andrey, eski Rus insanını, hatta bütün Doğuluları Oblomov kadar açıklıkla, en özlü yanıyla temsil etmez. Doğu, belki de ilk defa olarak Gonçarov'un bu büyük eserinde kendi kendini tanımaya, Batı'dan farkını anlamaya başlamıştır. Oblomov klasik kahramanlar gibi genel bir tip, Don Kişot gibi, Tartuffe gibi insanlığın bir halini göstermekle birlikte, zamanına, çevresine sıkı sıkıya bağlı bir insandır.oblomovluğuna yenik düşen oblomovun olga'yı ve olga'yla birlikte bütün bi hayatını kaybetmesini konu alan hüzün verici kitap.oblomovluk belirtileri başlayanların kesinlikle okuması lazım oblomov-ivan-aleksandrovic-goncarov

24 Haziran 2012 Pazar

Dünyanın en iyi ve en kötü öyküleri

Wakefield, Hawthorne'un, belki de yazın sanatının en iyi öykülerinden biridir. Gölge konusu insan imgelemine tekrar tekrar dönen konulardan biri, su ve aynalar ise bu konunun habercisidir. Büyük Taş Yüz'de bu konunun beklenmedik ve özgün bir biçimde işlendiğini görürüz. Bu öykü aynı zamanda eski bir konuyu, arayış konusunu, kendini arayan ama bunun farkında olmayan arayıcı konusunu da içerir. Ateşe Verilen Dünya, Hawthorne'un dostları olan New England transandantalistlerini mistik tartışmalarıyla örtüşür; asıl gerçek, görülür ve dokunulur dünya olmayıp insan aklıdır. 1841 yılında Poe, günümüzde çok rağbet gören polisiye türünü ortaya çıkarır; Hawthorne komik olanı vurgular; eğer metin günümüzde yazılmıış olsaydı sonu trajik olur ve öykünün çıkış noktasını teşkil edebilirdi. Bu seçkinin son öyküsü Rahibin Kara Peçesi saf ve fütursuz bir alegoridir; böyle olmasına karşın yalnızca etkili değil aynı zamanda unutulmaz bir öyküdür. Hawthorne dünyanın en iyi ve en kötü öykülerini yazdı; bu seçkide en iyilerini sunuyoruz.
-Jorge Luis Borges-buyuk-tas-yuz-nathaniel-hawthorne

O'HENRY ! ! ! !...


SON YAPRAK- O'HENRY

(The LAST LEAF)
Washington Meydanı'nın batısındaki küçük mıntıkada, caddeler acayip şekilde' sokak' denilen kollara ayrılıp, tuhaf köşeler ve üçgenler oluştururlar. Bir cadde diğeriyle iki, üç yerde kesişir. Vaktiyle hiç tablo satamamış ressamın biri burada iyi bir fırsat yakaladı. Galiba caddeyi geçerken aniden yağlı boya tablolara para harcamaya hevesli bir  kolleksiyoncuyla karşılaşmıştı.

Sonra Greenwich denen bu eski, antika mahalleye kısa zamanda başka ressamlar da gelip, kuzeye bakan pencereli, ucuz kiralık odalara, 18. Yüzyıldan kalma ve Hollanda tarzı çatılarla dolu evlere yerleştiler..ve neredeyse bir 'koloni' oluşturdular.

Alçak, üç katlı, tuğla bir evin üst katında, Sue ve Johnsy'nin stüdyosu vardı, Johnsy, Joanna' nın kısaltılmışıydı. biri Maine'li, diğeri de Kaliforniya'lıydı. 8. Caddedeki 'Delmonico'nun yeri'nde tanışmışlardı, sanat, frenk salatası, katlanır perdeli pencereler gibi ortak zevkleri sonucunda stüdyolarını birleştirdiler.

Bu olay Mayıs'ta olmuştu. Kasım'da doktorların 'zatüree'dediği beklenmedik, soğuk bir 'misafir' mahalleye geldi, buz gibi parmaklarıyla, mahalledeki herkese bir bir dokundu. Bu afet  doğu yakasında ardında bir sürü kurban bırakmıştı, fakat dar sokaklı ve rutubetten yosun tutmuş bu sokaklarda daha yavaş yavaş ilerliyordu.

Bay 'zatüree' yaşlı beyefendilerden değil, Kaliforniya rüzgarlarıyla kanı incelmiş, tıknefesli, kırmızı yumruklu, yaşlı bir dolandırıcı karşısında şansı olmayan küçük, yaşlı bir kadındı. Ve Johnsy'i de çarptı, kızı yatağa düşürdü. Kız, boyalı karyolasında, bitişik tuğla evin boş tarafındaki küçük penceden dışarı bakıyordu. 

Bir sabah işi başından aşkın, fırça gibi gri kaşlı doktor, Sue' yü salona çağırdı
 
-  Onda bir yaşama şansı var, elindeki termometreyi salladı, bu şans da onun yaşama arzusuna bağlı, bu arzusu olmayan insanlar tüm tıp ilminin bir işe yaramadığını göstererek öteki taraf boyluyorlar, sizin küçük hanımın morali pek iyi değil, yapmak istediği bir şey var mı?
 - Bir gün Napoli Körfezi'nin resmini yapmayı çok isterdi"

- Resim mi, pöh! Düşünmeye iki katı değer bir şey yok mu aklında, bir erkek mesela?

- Bir erkek mi? İki kez düşünmeye değer hem de.....hayır doktor öyle biri yok

Doktor, 'tıbbi olarak elimden geleni yapacağım' dedi

- Fakat hastalarım cenaze törenlerine katılacak kişilerin sayısını düşünmeye başlayınca, ilaçlarımın iyileştirici etkisi yüzde 50  azalır, ama size bu kışın pelerin modelleriyle ilgili sorular sormaya başlarsa şansının onda bir yerine, beşte bire çıkacağına yemin edebilirim.

Doktor gittikten sonra, Sue çalışma odasına gitti ve bir Japon işi peçeteyi sırılsıklam edene kadar ağladı. Sonra, resim tahtasını alıp, ıslık çalarak Johnsy'nin odasına gitti.

Johnsy, üstüne yatak örtüsünü çekmiş, yüzü pencereye dönük yatıyordu, Sue kızın uyuduğunu düşünüp ıslık çalmayı bıraktı. Kalemini, mürekkebini alıp, bir dergi için hikaye resmetmeye başladı, genç ressamlar magazin hikayelerini resmederek, genç yazarlar da bu hikayeleri yazarak mesleklerine adım atıyorlardı..

Sue,  gözünde monokl olan kahraman bir Idaho'lu kovboy ve şık at binici pantolonları çizerken, birkaç kez tekrarlanan cılız bir ses işitti. Hemen yatağın yanına gitti.

Johnsy'nin gözleri açıktı, pencereden bakıyor ve sayıyordu...

- oniki, onbir, on.. dokuz...sekiz...yedi...

Kız merakla pencereden baktı, sayacak ne vardı ki? bomboş avlu, uzaktaki tuğla ev, ve bu evin yarısına kadar tırmanmış, kökleri çürümüş, bozulmuş eski bir sarmaşık. Soğuk sonbahar rüzgarı dallarını tamamen çıplak bırakana dek yapraklarını kopartıyordu..

- Neyi sayıyorsun hayatım?

Kız, adeta fısıltıyla 'altı' dedi. 

- Şimdi daha hızlı dökülüyorlar, üç gün önce neredeyse yüz yaprak vardı, sayana kadar başıma ağrılar girdi, fakat şimdi sayması daha kolay, biri daha gitti, sadece beş tane kaldı..

- Neye beş tane kaldı?

- Sarmaşıktaki yapraklar, son yaprak da dökülünce, benim de gitme vaktim gelecek, üç gündür biliyorum doktor söylemedi mi?

Sue kızı yüksek sesle azarladı: "Hayatımda bu kadar saçma bir şey duymadım, kuru yaprakların senle ne ilgisi var, seni yaramaz kız seni! hem sen bu eski sarmaşığı severdin, doktor bu sabah bana senin iyi gittiğini söyledi, tam olarak dediğine göre şansın bire onmuş, New York'ta tramvaya binmek ya da yeni bir binanın önünden geçmek kadar çok yani! Şimdi biraz çorba iç ve ben de çizimimi götüreyim, o da editöre satsın, hastamız için şarap, kendi doymaz midemiz için de domuz paçası alalım..

- Şarap almak zorunda değilsin...gözleri yine pencereye takıldı, bir tane daha düştü, dört tane kaldı, çorba da istemiyorum..  hava kararmadan son yaprağın da düştüğünü görmek istiyorum..

- Johnsy hayatım, işimi bitirene kadar gözlerini kapatıp, pencereden bakmamaya söz verir misin? Bu çizimleri yarına kadar bitirmem lazım, abajur bana lazım yoksa gölgeleri iyi çizemiyorum.

- Öbür odada çizemez misin?

- Seninle yanında olmayı tercih ederim, ayrıca bu salak yapraklara bakmanı istemiyorum.

Yüzü heykel gibi bembeyaz olan Johnsy, gözlerini yumarken 'Bitirince bana haber ver, çünkü son yaprağın düşüşünü görmek istiyorum. Beklemekten bıktım, beklemekten, düşünmekten bıktım, tıpkı bu küçük, yorgun yapraklar gibi artık her şeyi bırakıp, gitmek istiyorum' dedi.

- Uyumaya çalış, ben gidip bana yaşlı madenci resmi için poz etmesi için Behrman'ı çağıracağım, ben gelene dek kımıldama, geleceğim.

Yaşlı Behrman, alt katlarında oturan bir ressamdı, altmışını geçmişti ve Michelangelo gibi sakalları olan, küçücük boylu bir adamdı. Başarısız bir ressamdı. Hep bir 'baş yapıt' yapmayı istiyordu ama 40 yıldır hala yapamamıştı. Arada sırada reklam amaçlı bir şeyler yapmıştı ve profesyonel modellere ücret ödeyemeyecek ressamlara modellik yaparak para kazanıyordu, çok cin içiyor ve hep yapacağı baş yapıttan söz ediyordu, Ayrıca kendisini üst katındaki iki genç ressamın koruyucusu olarak addediyordu. Sue adamı loş, böğürtlen kokan kümesinde buldu, bir köşede yirmi beş yıldır baş yapıtın çizilmesini bekleyen boş resim sehpası duruyordu. Kız, adama Johnsy'nin yaprak yüzünden nasıl korktuğunu ve kızın gerçekten bir yaprak kadar güçsüz, kırılgan olduğunu anlattı.

Yaşlı Behrman, kırmızı gözleri şimşek gibi böyle aptalca şeylere lanetler savurdu.

"Neee! diye bağırdı. " Kahrolası bir sarmaşığın yaprakları dökülüyor diye öleceğini düşünen insanlar mı var bu dünyada! Hayır bu senin mankafa arkadaşın için poz  vermem!"

Sue " çok zayıf ve hasta, ve ateşi çıktığından aklı karıştı, tuhaf hayaller kuruyor, pekala Bay Behrman poz  vermek istemiyorsanız vermeyin. Siz korkunç, kafasız bir insansınız"    

" Tam bir kadınsın! PoZ vermeyeceğimi kim söyledi!? Seninle geliyorum, yarım saattir sana poz vermeye hazır olduğumu söylüyorum, bir gün bir baş yapıt çizeceğim! Ve hepimiz köşeyi döneceğiz!" 

Sue ve ressam yukarı kata çıkarken, Johnsy uyuyordu, Sue abajuru pencereden aşağı sarkıttı..sonra korkarak pencereden sarmaşığa doğru baktılar..sonra hiç konuşmadan birbirlerine baktılar soğuk karla karışık bir yağmur yağıyordu.

Ertesi sabah, Sue yarım saatlik uykusundan uyandığında, Johnsy, cansız, gözlerle yeşil perdeye bakıyordu

- Perdeyi kaldırsana, görmek istiyorum diye fısıldadı

 Sue yorgun yorgun perdeyi kaldırdı.

O da nesi? Onca yağmur ve rüzgara rağmen, tuğla evin üzerindeki sarmaşıkta bir yaprak hala duruyordu. Hala koyu yeşildi, kenarları biraz sararmıştı,

- Bu sonuncuydu, geceleyin mutlaka düşer diyordum rüzgarı duyuyordum, sabaha düşecek ve ben de aynı anda ölürüm diyordum..

- Hayatım, hayatım, kendini düşünmüyorsan beni düşün, ne yapardım?

Ama Johnsy cevap vermedi. Dünyanın en yalnız şeyi, esrarengiz son yolculuğuna hazırlanan bir ruhtur,

Günler geçti, akşam karanlıkta bile sarmaşık yaprağının duvarda asılı olduğu görülebiliyordu, gece oldu, akşam rüzgarı başladı, yağmur camları dövüyor, çatılardan aşağı akıyordu,

Sabah olunca Johnsy, perdeyi kaldırmasını söyledi

Sarmaşık yaprağı hala oradaydı.

Johnsy birkaç gün daha yaprağa bakarak yattı, sonra ocakta tavuk çorbasını karıştırmakta olan Sue'ye seslendi

 - Çok mızmızlık yaptım, o son yaprağın orada durmasını sağlayan şey ne kadar kötü bir kız olduğumu gösterdi, ölmek istemek günahtır, şimdi bana çorba getirebilirsin, biraz da süt yok önce bir ayna getir bana biraz da yastık doğrulup yemek pişirirken seni seyretmek istiyorum.

Yarım saat sonra,

- Bir gün Napoli Körfezi'nin resmini yapmak istiyorum.

Ertesi gün doktor geldi..

- İyi bakımla iyileşeceksin, şimdi alt kattaki bir başka hastaya bakmam lazım, adı Behrman, bir ressam o da zatüree olmuş, yaşlı, zayıf bir adam, hiç umut yok fakat yarın hastaneye yatacak orada daha iyi bakılır

Ertesi gün doktor 'tehlikeyi atlattın, kazandın bakım ve iyi beslenme...işte bu kadar'
dedi.

Öğleden sonra, Sue Johnsy'nin yanına geldi, kız mavi yünden bir atkı örüyordu, kolunu kızın omuzuna ve yastıklara dayadı..

Sana bir şey söylemem lazım beyaz fare, bay Behrman hastanede zatüreeden ölmüş, hastanede sadece iki gün kaldı, kapıcı onu odasına geldiği ilk gün bulmuş, giysileri, ayakkabısı sırılsıklam ve buz gibiymiş, bu berbat gece boyunca nerede olduğunu bilmiyorlar, sonra hala yanan bir fener bulmuşlar, bir de merdiven...yerinden sürüklenerek çekilmiş..sonra oraya buraya dağılmış fırçalar ve üzerinde yeşil ve sarı rengi boya olan resim paleti..  ve pencereden bak hayatım, duvarın üzerindeki son yaprağa bak, o kadar rüzgara rağmen onun niçin hiç düşmediğini, kopmadığını merak etmedin mi? Ah hayatım, o yaprak Behrman'ın baş yapıtıydı: Son yaprak düştüğü gün duvara senin için bir yaprak resmi çizmişti...

 Yazan: O'HENRYÇeviren: Müjde Dural

14 Haziran 2012 Perşembe

İçmeden sarhoş olmazmısın sanıyorsun.Dinle...

http://www.youtube.com/watch?v=Rtaw9_UrMs8&feature=related

Kendinle yüzleşebilir misin ?

Al Pacino, Meryl Streep ve Emma Thompson'ın rol aldığı 11 Emmy ödüllü 'Angels in America

Son yılların, hakkında en çok konuşulan dizi filmlerinden 'Angels in America
.  Al Pacino, Meryl Streep ve Emma Thompson gibi ünlü yıldızların rol aldığı fantastik dizi, AIDS hastası iki eşcinselin yaşamlarını ve çevrelerinde gelişen olayları konu alıyor. 1985'de Ronald Reagan'ın ABD Başkanı olduğu dönemde geçen 'Angels in America,' Amerika'daki siyasi yapıyı ve toplumun AIDS hastalarına ve eşcinsellere karşı tavrını da eleştiriyor. 11 dalda Emmy ödülü, beş dalda da Altın Küre kazanan yapım, Tony Kushner'in tiyatro oyunu olarak yazdığı bir hikayenin televizyon uyarlaması aslında. Kushner, dizi filme konu olan oyunuyla Pulitzer ödülü kazanmıştı.






                     

11 Haziran 2012 Pazartesi

Bir tebessüm et

Zarif ve yergili üslubuyla tanınan Aldous Huxley, 1920’lerin başlarında yazdığı Mona Lisa Tebessümü’nde, o derin gözlemciliği ve kıvrak anlatımıyla bir ‘aşk üçgeni’ sunuyor okuyucuya: Zengin karısını yitiren bir erkek, ona göz koyan zengin ve geçkin bir kız kurusu ve adama çılgınca aşık bir kenar mahalle kızı. Tutkuyla örülen fırtınalı bir yaşam. Mona Lisa Tebessümü, İngiliz edebiyatının en büyük yazarlarından birinin kaleminden çıkma bir ‘tutku’ öyküsü. İngiltere ve İtalya’da geçen incelikli bir modern klasik.

Sen henüz yargılanmadın mı?

Franz Kafka'nın Dava adlı romanının bu çevirisi, yazarın 'Oxford Metinleri' diye adlandırılan el yazıları üzerinde Amerikalı ve Alman uzmanların yaptıkları son çalışmalarla oluşturulan metinden yapıldı. Dava, 'Korku Çağı' diye adlandırılan 20. yüzyılda insanoğlunun artık neredeyse kurtulunması olanaksız bir yazgıya dönüşmüş olan kuşatmalı yaşamının öyküsüdür. Bu çağa korku egemendir, çünkü insan, hemcinsleriyle insanca bir dil aracılığıyla iletişim kurabilme, böyle bir dille insanca tepkiler uyandırabilme olanağından yoksun kalmıştır. Albert Camus'nün deyişiyle, bu olanağın bulunmadığı bir çağ ,artık ancak 'Korku Çağı' diye adlandırılabilir. Kafka'nın Dava'da betimlediği yargılama süreci, böyle bir çağın en güçlü simgelerinden biridir ve bu roman, insan, insanın korkusu olarak kaldığı sürece, güncelliğini -ne yazık ki- hiç yitirmeyecektir.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Biraz düşünme zamanı


'Bir gün mutlaka olacaktı. Deneyimin getirdiği baş dönmesi içinde Tanrı'yı görebilen bir yazar, bir kurban, bir devrimci çıkacaktı. Ama bunun Dorfman kadar yalın ve büyük bir yazar olmasını kimse beklemiyordu' diyor John Berger. Konfidenz, bu sözlerin hiçbir abartma içermediğini kanıtlayan müthiş bir roman. Sevgilisi Martin'in peşinden Paris'e gelen Barbara adında bir kadın, bir otel odasına girdiği anda telefon çalar. Arayan Leon adında, hiç tanımadığı, ama kendisi hakkında her şeyi, hatta hayatının en mahrem yönlerini bile bilen bir adamdır. Barbara'ya Martin'in başının belada olduğunu söyler. Martin oraya aslında gizli bir siyasi direniş örgütüne katılmak için gelmiştir. ve Leon da örgütte Martin'den sorumlu olan kişidir. Kısa aralarla tam dokuz saat konuşurlar telefonda. Leon'un Barbara'yla ilgilenmesinin nedeninin sadece siyasi sorumluluk olmadığı anlaşılır. Son derece gerilimli bir tonda Barbara'nın Martin'le ilişkisinden, aldığı mektuplardan, mesleğinden, çocuklarından, hikâyelerden, erkeklerin zayıflığından, yalan ve ihanetten, siyaset ve direnişten, rüyalardan, aşktan, 'kendi acılarına âşık oldukları için kalplerinde başkalarının acılarına yer kalmayan' insanlardan bahsederler. Leon şaşırtıcı bir itirafta bulunduktan sonra kendini çırılçıplak ortaya koyar: Hayatını başkalarının acılarını emmekle geçirmiş bir sünger gibidir. 'Varlığının orta yerinde dişiliğin o derin yarısına benzeyen bir şey vardır ve dünyanın acıları buradan içine dolmaktadır.' Bu upuzun konuşma, en yoğunlaştığı anlardan birinde beklenmedik bir biçimde kesilir ve başdöndürücü bir olaylar zinciri başlar... Bütün bunlar olurken de bizlere Leon'la Barbara'ın hikâyesini anlatan yazar, durmadan kendisini sorgulamaktadır. 'Katillerin dünyasında düş kurmaya cesaret eden' insanları anlatan hüzünlü ve politik bir roman Konfidenz. Yazarın anlatı ustalığına hayretler edilerek bir solukta okunacak bir başyapıt. (Arka Kapak)