HÜRRİYET

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Hayat mı daha kasvetli , senin ruhun mu ?


Buzdan Hayaller

Noi Albinoi


17 Yaşındaki Noi, kuzey İzlanda’nın karlarla kaplı soğuğunda yaşayan çok özel bir gençtir. Noi’yi yaşıtlarından ayıran pek çok özelliği vardır. Noi, bir Albino’dur, inanılmaz bir zekaya ve keskin bir mizah anlayışına sahiptir, yaşıtlarının aksine okulla ve çevresiyle ilişkileri problemlidir. Noi’nin bu soğuk iklimde içini ısıtan tek şey, bir benzin istasyonunda tanıştığı genç bir kızla yaşadığı duygusal yakınlaşmadır. Noi, kız arkadaşı ile birlikte bu soğuk adadan ayrılmak için elinden gelen ne varsa yapmaya hazırdır. Ancak hayatın mizah anlayışı da en az Noi’ninki kadar hastalıklıdır.
Yapım:
2003 - Almanya,  Danimarka,  İzlanda,  İngiltere
Yönetmen:DagurKari

Dagur Kári



21 Temmuz 2012 Cumartesi

Aşk' ta sınırın nedir.


YönetmenYann Samuell
Oyuncular
:
TürRomantik
Yapım Yılı (93 dk)

SenaryoJacky CukierYann Samuell
Yapımcı Firma: Nord-Ouest Productions
Yapım Ülkesi: Fransa, Belçika
Orijinal DilFransızca
Orijinal Adı: Jeux d'enfants 

Filmin Özeti

Julien ve Sophie, okul yıllarından beri tanışan iki yakın arkadaştır. Sophie'nin Polonya kökenli olması nedeni ile sınıftaki ırkçı çocuklar tarafından taciz edilmesi ve Julien'in kanser olan annesi ve sorunlu babası ile yaşadığı sıkıntılar, her ikisini birbirlerine daha da fazla yakınlaştırır. Haylaz ve hınzır yapıları ile sürekli olarak birbirlerinin cesaretlerini sınamaları ile başlayan süreç, zmaan içinde ilginç bir cesaret oyununa dönüşür.

Oyunun kuralı çok basittir; sırasıyla her biri, ötekine cesaret gerektiren zorlu görevler verecektir. Bu görevler arasında sınava sütyenle gitmek de vardır, okulun en sert çocuğunu tokatlamak da... Zamanla hayatın kendi zorlukları, bu oyunun bir parçasına dönüşmeye başlar. Ve bu oyun, gitgide inanılmaz bir aşk yaratır aralarında. Ama acaba bu aşk birbirlerine kavuşmalarındaki en büyük engel midir?

19 Temmuz 2012 Perşembe

Daha iyi kaç oyuncu tanıyorsun ?


Anthony Perkins", ( d.4 Nisan 1932 - ö.12 Eylül 1992ABD'li sinema oyuncusu. Yönetmenliğini Alfred Hitchcock' un üstlendiği Sapık filmindeki Norman Bateskarakteri ile hatırlanmaktadır. 1992 yılındaAIDS nedeni ile 60 yaşında yaşama veda etti. Cenazesi yakılmıştır. 1973'te Berry Berenson ile evlilik yapmıştır ve bu evlilikten iki oğlu olmuştur. Anthony Perkins'in karısı2001'de 11 Eylül saldırısının kurbanlarından biridir. Anthony Perkins sinema tarihinde yaşamış en ünlü biseksüelaktörlerden birisi idi.
15 yaşında iken amatör tiyatrolarda sahneye çıktı. İlk filmi The Actress'den 3 yıl sonra ikinci filmi Friendly Persuasion(Dostça kandırış) 1956 ile Hollywood'da büyük yetenek olarak karşılandı.1960'larda göç ettiği Avrupa'da ününü sürdüremedi. 1970'lerde ülkesine geri döndü fakat ününü sürdüremedi. 1961 Cannes film şenliğinde Amiez-Vous Brahms? filmindeki rolüyle en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandı.

Başlıca filmleri [değiştir]

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Düş zamanı

Prensler ve Prensesler Fransız animatör Michel Ocelot, son filmi olduğunu. İki yıl önce Ocelot Kirikou ve Büyücü (1998), geleneksel Afrika Masallardaki dayalı bir çarpıcı linedrawn film ile bazı uluslararası başarı elde etti. Linedrawn masal - aynı form, Ocelot döner yapmak için on yıl götürdü Prensler ve Prensesler için. Onun üreten bir keyifli ve oldukça güzel bir film. Bütün rakamlar Ocelot Eski Mısır geleneksel Japon sanatına hiyeroglif gibi farklı modeli stilleri için izin siluet şekiller, sadeliği içinde olağanüstü bir çok yönlülük vardır bir şey olarak canlandırılmıştır. filmin görsel buluşun bir büyük, özellikle Büyücü bölüm var akın tüm girişimleri ve kahramanın çözüm ve büküm sonunun keyifli drollness püskürtmek büyücü en gadget'lar. Tüm hikayeleri adalet masal gibi son bir hak edilen ceza ve iyi bir galibiyet çıkarsa hoş bir piquance anlatılır. Bölüm hiçbiri hiç zayıftır.Bunlardan en çekici nihai Prensler ve özgün biçimlerine geri kazanma çabası içinde her öpücükle hayvan dönüşümler bir dizi komik geçiyor prens ve prenses ile Princesses olaydır. Özellikle çekici filmi postmodern ile tefsir edilmiştir yoludur kenarı. Bu sadece peri masalları bir dizi ama animatörler (kendilerini animasyonlu olmuştur kim) animasyonlu masal şort bir dizi yapma hakkında bir film değil. Biz perde anlamıyla masalı açılır önce bunları sunum ve tasarım tartışırken görmek her ile. Oldukça nefis filmi bu yüzden şimdiye kadar gördüklerimin tartışabilirsiniz tam bir dakika mola için orta noktada durur.

15 Temmuz 2012 Pazar

Dün yada bu gün ?

En iyi zamanlardı, en berbat zamanlardı. Bilgelik çağıydı, aptallık çağıydı. İnanç devriydi, kuşku devriydi. Işık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi. Umudun baharıydı, umut.suzluğun kışıydı. Önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu. Doğrudan cennete gidecektik, doğrudan cehenneme gidecektik. Sözün kısası, o zamanlar da tam bu zamanlar gibiydi; zamanın en yaygaracı otoriteleri, iyi veya kötü, her şeyin o güne kadarkinin en yükseği olduğunu iddia ediyorlar



En iyi zamanlardı, en berbat zamanlardıEn iyi zamanlardı, en berbat zamanlardı. Bilgelik çağıydı, aptallık çağıydı. İnanç devriydi, kuşku devriydi. Işık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi. Umudun baharıydı, umut.suzluğun kışıydı. Önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu. Doğrudan cennete gidecektik, doğrudan cehenneme gidecektik. Sözün kısası, o zamanlar da tam bu zamanlar gibiydi; zamanın en yaygaracı otoriteleri, iyi veya kötü, her şeyin o güne kadarkinin en yükseği olduğunu iddia ediyorlar. Bilgelik çağıydı, aptallık çağıydı. İnanç devriydi, kuşku devriydi. Işık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi. Umudun baharıydı, umut.suzluğun kışıydı. Önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu. Doğrudan cennete gidecektik, doğrudan cehenneme gidecektik. Sözün kısası, o zamanlar da tam bu zamanlar gibiydi; zamanın en yaygaracı otoriteleri, iyi veya kötü, her şeyin o güne kadarkinin en yükseği olduğunu iddia ediyorlarEn iyi zamanlardı, en berbat zamanlardı. Bilgelik çağıydı, aptallık çağıydı. İnanç devriydi, kuşku devriydi. Işık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi. Umudun baharıydı, umut.suzluğun kışıydı. Önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu. Doğrudan cennete gidecektik, doğrudan cehenneme gidecektik. Sözün kısası, o zamanlar da tam bu zamanlar gibiydi; zamanın en yaygaracı otoriteleri, iyi veya kötü, her şeyin o güne kadarkinin en yükseği olduğunu iddia ediyorlarEn iyi zamanlardı, en berbat zamanlardı. Bilgelik çağıydı, aptallık çağıydı. İnanç devriydi, kuşku devriydi. Işık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi. Umudun baharıydı, umut.suzluğun kışıydı. Önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu. Doğrudan cennete gidecektik, doğrudan cehenneme gidecektik. Sözün kısası, o zamanlar da tam bu zamanlar gibiydi; zamanın en yaygaracı otoriteleri, iyi veya kötü, her şeyin o güne kadarkinin en yükseği olduğunu iddia ediyorlar

13 Temmuz 2012 Cuma

Luis Buñuel zamanı

Don Lope Garrido, küçük yaşlardan itibaren Tristana'yı evlat edinerek yetiştirmeye başlar. Fakat genç kız büyüdükçe ona aşık olduğunu hisseder ve yaklaşımı zamanla değişmeye başlar. Tristana ise sanata ilgi duymaya başlar ve bir sanatçıyla tanıştıktan sonra evden ayrılır...Benito Pérez Galdós'un romanından uyarlandı fakat roman ve film arasında ciddi farklar var. Bunel'in yorumu büyük beğeni toplamış hatta film En İyi Yabancı Film dalında Oscar'a aday olmuştu. İzleyiciyi düşündüren, tartışmalara iten ve şaşırtan yönleriyle gerçek bir Bunuel klasiği


Yönetmen:

Luis Buñuel

Oyuncular:

Catherine Deneuve

Franco Nero

Fernando Rey

Antonio Casas

Juanjo Menéndez

Mary Paz Pondal

Joaquín Pamplona

Vicente Soler

Antonio Ferrandis

José Calvo

José María Caffarel

Lola Gaos

Fernando Cebrián

Jesús Fernández

Cándida Losada



12 Temmuz 2012 Perşembe

İzle


-1900 Efsanesi / The Legend Of 1900 1998 İtalya / TÜRKÇE DUBLAJ-
IMDB Puanı: 7.8/10
Tür: Dram, Fantastik, Müzikal
Yönetmen: Giuseppe Tornatore
Oyuncular: Tim Roth, Mélanie Thierry,
Pruitt Taylor Vince, Bill Nunn
Müzik: Ennio Morricone
Süre: 2saat 45dk
Virginian adlı bir gemi, göçmenleri Amerika sahillerine taşırken geminin makinisti Danny, kimsesiz bir çocuk bulur. Gemi kaptanını dinlemeyerek bu çocuğu saklayarak onu büyütmeye başlar. Novecento (Tim Roth) gemide, gizli saklı büyüyen bir çocuk haline gelir fakat günün birinde Danny öldüğü zaman artık yalnız kalacaktır…
2000 yılında Altın Küre ödülü sahibi olan ve bir çok festivalde adı geçen film, müzikal ve dramatik tarzda fantastik ögeler üzerinden ilerliyor.

10 Temmuz 2012 Salı

Senden çalınanları geri alacak kadar güçlü olabilirmisin ?

Monte Kristo Kontu






Edmond Dantes (Jim Caviezel) dürüst ve çalışkan bir denizcidir. Barış dolu bir hayat yaşamaktadır ve tüm planlarını güzel Mercedes'le (Dagmara Dominczyk) evlenmek üzere kurmuştur. Fakat Mercedes'le ilgili hayaller kuran bir kişi daha vardır, Edmond'un en yakın arkadaşı Fernand (Guy Pearce). Fernand amacına ulaşmak için en yakın arkadaşına bir oyun oynar ve onun hapse düşmesini sağlar. Edmond'un gittiği hapishane ise ülkenin en zorlu hapishanelerinden biri olan Chateau D'If'tir.Edmond bir anda kendini kaçışın imkansız olduğu bu ada hapishanesinde bir kabusun ortasında bulur, ve bu kabusun bitmesi için daha 13 yılı vardır. Artık tek amacı bu yerden kurtulup hayatını mahvedenlerden intikam almaktır.Hapishane arkadaşı Farria'yla (Richard Harris) imkansız denilen bir kaçışı başarırlar. Fakat Edmond ölmüştür çünkü o artık kendini intikamına adayan efsanevi 'Monte Kristo Kontudur.'Hayattaki tek amacına ulaşmak için acımasız ve kurnaz planlar yaparak kendisini Fransız soyluları arasına kabul ettirir ve hedefine adım adım yaklaşır

Senden çalınanları geri alabilecek kadar güçlü olabilirmisin ?





Gladyatör






Roma İmparatorluğu'na en parlak dönemi yaşatan General Maximus, girdiği bir meydan savaşından daha zaferle çıkar, artık tek hayali bir an önce evine dönerek karısı ve ailesine kavuşmaktır. Fakat, zamanın Roma İmparatoru Marcus Aurelius ,Maximus'a önemli bir görev verir ve iktidara sahip çıkmasını ister. Bunun üzerine imparatorun oğlu olan Commodus, iktidarın elinden alınacağını anlayınca general ve ailesini öldürme emri verir. Maximus ölümden zor kurtulur ve gladyatörler arenasına sürgün edilir. Yıllar sonra Roma'ya geri dönen güçlü gladyatör Maximus'un tek amacı Commodus'u öldürerek karısı ve oğlunun katledilmesinin intikamını almaktır.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Hiç değilse Brahams 'ı sev.


Brahms'ı Sever misiniz?, 1961 Fransa - ABD ortak yapımı romantik dramatik filmdir. Özgün adı Goodbye Again olan film sıklıkla Aimez-vous Brahms? olan Fransızca adıyla (aynı zamanda uyarlandığı romanın da adıdır) da anılmaktadır.
Taylor'ın uyarlayıp yazdığı filmin yönetmeni ve yapımcısı Anatole Litvak'tır.
Başlıca rollerinde Ingrid Bergman, Yves Montand ve Anthony Perkins'in oynadıkları filmin müziğini Georges Auric yapmıştır. Klasik olgun kadın-genç erkek ilişkisini ele alan ve döneminin en başat eserlerinden biri olan filmde (ve romanda), kendisini sık sık ihmal eden uzatmalı sevgilisi Roger'yle (Yves Montand) Paris'te yaşayan orta yaşlı, başarılı iç dekoratör Paula (Ingrid Bergman)'nın teselliyi Amerikalı bir müşterisinin genç oğlu Philip (Anthony Perkins)'te bulması anlatılmaktadır. Paula kendisine kompliman yapan bu nazik gençle bir aşk yaşarken, aklı başına gelen Roger önce çapkınlıklarına son vereceğine söz verip sonra da Paula'ya evlenme teklif ederek onu tekrar kazanma çabasına girecektir. Mayıs 1961'de ilk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali'nin büyük ödülü Altın Palmiye'ye aday gösterilmişti. Aynı festivalde Anthony Perkins "en iyi aktör" ödülünü almıştı.

Look at me

http://www.youtube.com/watch?v=Cv4aQ-qOx7o

Gözlerini kapat.Dinle...Dinle,,,Dinle,,,

http://www.youtube.com/watch?v=0Sn7GmHHR14&feature=related

Kaç parçan bir bütün eder ?

Bu büyüleyici kitapta yazarın yaşamının iskeleti, ete ve kana bürünüyor. Kitapta şiir, özyaşam öyküsü, tarih, fantezi ve siyasal yorum harmanlanıyor ve her biri, en beklenmedik yollardan birbirini vurguluyor.
- Jay Parini -
Galeano'nun bu kitapta işlediği konu, insan yaşamının ve sevgisinin çeşitliliği...Galeano'nun sürreal çizgileri, kitabın metniyle, çılgın hayal gücü, ince mizahı ve sevimli eski zaman çekiciliğiyle bütünleşiyor.
-Publishers Weekly-
(Arka Kapak)kucaklasmanin-kitabi-eduardo-galeano

6 Temmuz 2012 Cuma

Kendinle dövüşebilirmisin ?

Oregon Üniversitesinde yüksek lisansını yapan Chuck Palanhiuk'un uzak olmayan bir gelecekte geçen ve kafası karışık genç bir erkeği konu alan romanından yola çıkılarak çekilen Fight Club'da filmi anlatan, ünlü bir otomobil firmasında iyi bir işe sahiptir. Tek düze yaşamı kronik uykusuzluk sorunuyla çekilmez bir hale gelmiştir. Ailesi ve yakın bir arkadaşı olmayan Jack doktorunun tavsiyesi üzerine kanserli hastaların terapi grubuna katılır. Bu toplantılar esnasında Marla'yla tanışır o da genç adam gibi hasta olmadığı halde grubun toplantılarına katılmaktadır. Jack'in ve Marla'nın çabaları tüketici kültürünün anlamsızlığına karşı bir duruştur adeta kariyer sahibi ama yanlız insanların bir tepkisi. Jack'ın jenerasyonu ölü bir jenerasyondur. Bir yolculuk sonrası evinin yanmış olduğunu gördüğünde arayabileceği tek kişinin yolculuk sırasında tanıştığı sabun satıcısı Tyler Durden olmasıda adeta bunun bir kanıtıdır. İçilen birkaç biranın ardından park yerinde Tyler, kahramanımızı kendine vurması için kışırtacaktır. Aralarında başlayan bu kavga Jack'in hayatını değiştirecektir. Bir süre sonra Jack Tyler'ın yanına taşınır. Tyler'ın liderliğinde bir dövüş kulübünün kuruluşuyla bu kulübde sayıları elliyi aşmamak kaydıyla genç erkekler birbirleriyle dövüşmeye başlayacaklardır. Kısa sürede popüler hale gelen kulüp ve Tyler Durden hızlı bir şekilde bu ölü jenerasyonun mesihi haline gelir.

30 Haziran 2012 Cumartesi

Oblomov 'musun ?

Rus edebiyatının hiçbir kahramanı, ne Raskolnikov, ne Mişkin, ne Prens Andrey, eski Rus insanını, hatta bütün Doğuluları Oblomov kadar açıklıkla, en özlü yanıyla temsil etmez. Doğu, belki de ilk defa olarak Gonçarov'un bu büyük eserinde kendi kendini tanımaya, Batı'dan farkını anlamaya başlamıştır. Oblomov klasik kahramanlar gibi genel bir tip, Don Kişot gibi, Tartuffe gibi insanlığın bir halini göstermekle birlikte, zamanına, çevresine sıkı sıkıya bağlı bir insandır.oblomovluğuna yenik düşen oblomovun olga'yı ve olga'yla birlikte bütün bi hayatını kaybetmesini konu alan hüzün verici kitap.oblomovluk belirtileri başlayanların kesinlikle okuması lazım oblomov-ivan-aleksandrovic-goncarov

24 Haziran 2012 Pazar

Dünyanın en iyi ve en kötü öyküleri

Wakefield, Hawthorne'un, belki de yazın sanatının en iyi öykülerinden biridir. Gölge konusu insan imgelemine tekrar tekrar dönen konulardan biri, su ve aynalar ise bu konunun habercisidir. Büyük Taş Yüz'de bu konunun beklenmedik ve özgün bir biçimde işlendiğini görürüz. Bu öykü aynı zamanda eski bir konuyu, arayış konusunu, kendini arayan ama bunun farkında olmayan arayıcı konusunu da içerir. Ateşe Verilen Dünya, Hawthorne'un dostları olan New England transandantalistlerini mistik tartışmalarıyla örtüşür; asıl gerçek, görülür ve dokunulur dünya olmayıp insan aklıdır. 1841 yılında Poe, günümüzde çok rağbet gören polisiye türünü ortaya çıkarır; Hawthorne komik olanı vurgular; eğer metin günümüzde yazılmıış olsaydı sonu trajik olur ve öykünün çıkış noktasını teşkil edebilirdi. Bu seçkinin son öyküsü Rahibin Kara Peçesi saf ve fütursuz bir alegoridir; böyle olmasına karşın yalnızca etkili değil aynı zamanda unutulmaz bir öyküdür. Hawthorne dünyanın en iyi ve en kötü öykülerini yazdı; bu seçkide en iyilerini sunuyoruz.
-Jorge Luis Borges-buyuk-tas-yuz-nathaniel-hawthorne

O'HENRY ! ! ! !...


SON YAPRAK- O'HENRY

(The LAST LEAF)
Washington Meydanı'nın batısındaki küçük mıntıkada, caddeler acayip şekilde' sokak' denilen kollara ayrılıp, tuhaf köşeler ve üçgenler oluştururlar. Bir cadde diğeriyle iki, üç yerde kesişir. Vaktiyle hiç tablo satamamış ressamın biri burada iyi bir fırsat yakaladı. Galiba caddeyi geçerken aniden yağlı boya tablolara para harcamaya hevesli bir  kolleksiyoncuyla karşılaşmıştı.

Sonra Greenwich denen bu eski, antika mahalleye kısa zamanda başka ressamlar da gelip, kuzeye bakan pencereli, ucuz kiralık odalara, 18. Yüzyıldan kalma ve Hollanda tarzı çatılarla dolu evlere yerleştiler..ve neredeyse bir 'koloni' oluşturdular.

Alçak, üç katlı, tuğla bir evin üst katında, Sue ve Johnsy'nin stüdyosu vardı, Johnsy, Joanna' nın kısaltılmışıydı. biri Maine'li, diğeri de Kaliforniya'lıydı. 8. Caddedeki 'Delmonico'nun yeri'nde tanışmışlardı, sanat, frenk salatası, katlanır perdeli pencereler gibi ortak zevkleri sonucunda stüdyolarını birleştirdiler.

Bu olay Mayıs'ta olmuştu. Kasım'da doktorların 'zatüree'dediği beklenmedik, soğuk bir 'misafir' mahalleye geldi, buz gibi parmaklarıyla, mahalledeki herkese bir bir dokundu. Bu afet  doğu yakasında ardında bir sürü kurban bırakmıştı, fakat dar sokaklı ve rutubetten yosun tutmuş bu sokaklarda daha yavaş yavaş ilerliyordu.

Bay 'zatüree' yaşlı beyefendilerden değil, Kaliforniya rüzgarlarıyla kanı incelmiş, tıknefesli, kırmızı yumruklu, yaşlı bir dolandırıcı karşısında şansı olmayan küçük, yaşlı bir kadındı. Ve Johnsy'i de çarptı, kızı yatağa düşürdü. Kız, boyalı karyolasında, bitişik tuğla evin boş tarafındaki küçük penceden dışarı bakıyordu. 

Bir sabah işi başından aşkın, fırça gibi gri kaşlı doktor, Sue' yü salona çağırdı
 
-  Onda bir yaşama şansı var, elindeki termometreyi salladı, bu şans da onun yaşama arzusuna bağlı, bu arzusu olmayan insanlar tüm tıp ilminin bir işe yaramadığını göstererek öteki taraf boyluyorlar, sizin küçük hanımın morali pek iyi değil, yapmak istediği bir şey var mı?
 - Bir gün Napoli Körfezi'nin resmini yapmayı çok isterdi"

- Resim mi, pöh! Düşünmeye iki katı değer bir şey yok mu aklında, bir erkek mesela?

- Bir erkek mi? İki kez düşünmeye değer hem de.....hayır doktor öyle biri yok

Doktor, 'tıbbi olarak elimden geleni yapacağım' dedi

- Fakat hastalarım cenaze törenlerine katılacak kişilerin sayısını düşünmeye başlayınca, ilaçlarımın iyileştirici etkisi yüzde 50  azalır, ama size bu kışın pelerin modelleriyle ilgili sorular sormaya başlarsa şansının onda bir yerine, beşte bire çıkacağına yemin edebilirim.

Doktor gittikten sonra, Sue çalışma odasına gitti ve bir Japon işi peçeteyi sırılsıklam edene kadar ağladı. Sonra, resim tahtasını alıp, ıslık çalarak Johnsy'nin odasına gitti.

Johnsy, üstüne yatak örtüsünü çekmiş, yüzü pencereye dönük yatıyordu, Sue kızın uyuduğunu düşünüp ıslık çalmayı bıraktı. Kalemini, mürekkebini alıp, bir dergi için hikaye resmetmeye başladı, genç ressamlar magazin hikayelerini resmederek, genç yazarlar da bu hikayeleri yazarak mesleklerine adım atıyorlardı..

Sue,  gözünde monokl olan kahraman bir Idaho'lu kovboy ve şık at binici pantolonları çizerken, birkaç kez tekrarlanan cılız bir ses işitti. Hemen yatağın yanına gitti.

Johnsy'nin gözleri açıktı, pencereden bakıyor ve sayıyordu...

- oniki, onbir, on.. dokuz...sekiz...yedi...

Kız merakla pencereden baktı, sayacak ne vardı ki? bomboş avlu, uzaktaki tuğla ev, ve bu evin yarısına kadar tırmanmış, kökleri çürümüş, bozulmuş eski bir sarmaşık. Soğuk sonbahar rüzgarı dallarını tamamen çıplak bırakana dek yapraklarını kopartıyordu..

- Neyi sayıyorsun hayatım?

Kız, adeta fısıltıyla 'altı' dedi. 

- Şimdi daha hızlı dökülüyorlar, üç gün önce neredeyse yüz yaprak vardı, sayana kadar başıma ağrılar girdi, fakat şimdi sayması daha kolay, biri daha gitti, sadece beş tane kaldı..

- Neye beş tane kaldı?

- Sarmaşıktaki yapraklar, son yaprak da dökülünce, benim de gitme vaktim gelecek, üç gündür biliyorum doktor söylemedi mi?

Sue kızı yüksek sesle azarladı: "Hayatımda bu kadar saçma bir şey duymadım, kuru yaprakların senle ne ilgisi var, seni yaramaz kız seni! hem sen bu eski sarmaşığı severdin, doktor bu sabah bana senin iyi gittiğini söyledi, tam olarak dediğine göre şansın bire onmuş, New York'ta tramvaya binmek ya da yeni bir binanın önünden geçmek kadar çok yani! Şimdi biraz çorba iç ve ben de çizimimi götüreyim, o da editöre satsın, hastamız için şarap, kendi doymaz midemiz için de domuz paçası alalım..

- Şarap almak zorunda değilsin...gözleri yine pencereye takıldı, bir tane daha düştü, dört tane kaldı, çorba da istemiyorum..  hava kararmadan son yaprağın da düştüğünü görmek istiyorum..

- Johnsy hayatım, işimi bitirene kadar gözlerini kapatıp, pencereden bakmamaya söz verir misin? Bu çizimleri yarına kadar bitirmem lazım, abajur bana lazım yoksa gölgeleri iyi çizemiyorum.

- Öbür odada çizemez misin?

- Seninle yanında olmayı tercih ederim, ayrıca bu salak yapraklara bakmanı istemiyorum.

Yüzü heykel gibi bembeyaz olan Johnsy, gözlerini yumarken 'Bitirince bana haber ver, çünkü son yaprağın düşüşünü görmek istiyorum. Beklemekten bıktım, beklemekten, düşünmekten bıktım, tıpkı bu küçük, yorgun yapraklar gibi artık her şeyi bırakıp, gitmek istiyorum' dedi.

- Uyumaya çalış, ben gidip bana yaşlı madenci resmi için poz etmesi için Behrman'ı çağıracağım, ben gelene dek kımıldama, geleceğim.

Yaşlı Behrman, alt katlarında oturan bir ressamdı, altmışını geçmişti ve Michelangelo gibi sakalları olan, küçücük boylu bir adamdı. Başarısız bir ressamdı. Hep bir 'baş yapıt' yapmayı istiyordu ama 40 yıldır hala yapamamıştı. Arada sırada reklam amaçlı bir şeyler yapmıştı ve profesyonel modellere ücret ödeyemeyecek ressamlara modellik yaparak para kazanıyordu, çok cin içiyor ve hep yapacağı baş yapıttan söz ediyordu, Ayrıca kendisini üst katındaki iki genç ressamın koruyucusu olarak addediyordu. Sue adamı loş, böğürtlen kokan kümesinde buldu, bir köşede yirmi beş yıldır baş yapıtın çizilmesini bekleyen boş resim sehpası duruyordu. Kız, adama Johnsy'nin yaprak yüzünden nasıl korktuğunu ve kızın gerçekten bir yaprak kadar güçsüz, kırılgan olduğunu anlattı.

Yaşlı Behrman, kırmızı gözleri şimşek gibi böyle aptalca şeylere lanetler savurdu.

"Neee! diye bağırdı. " Kahrolası bir sarmaşığın yaprakları dökülüyor diye öleceğini düşünen insanlar mı var bu dünyada! Hayır bu senin mankafa arkadaşın için poz  vermem!"

Sue " çok zayıf ve hasta, ve ateşi çıktığından aklı karıştı, tuhaf hayaller kuruyor, pekala Bay Behrman poz  vermek istemiyorsanız vermeyin. Siz korkunç, kafasız bir insansınız"    

" Tam bir kadınsın! PoZ vermeyeceğimi kim söyledi!? Seninle geliyorum, yarım saattir sana poz vermeye hazır olduğumu söylüyorum, bir gün bir baş yapıt çizeceğim! Ve hepimiz köşeyi döneceğiz!" 

Sue ve ressam yukarı kata çıkarken, Johnsy uyuyordu, Sue abajuru pencereden aşağı sarkıttı..sonra korkarak pencereden sarmaşığa doğru baktılar..sonra hiç konuşmadan birbirlerine baktılar soğuk karla karışık bir yağmur yağıyordu.

Ertesi sabah, Sue yarım saatlik uykusundan uyandığında, Johnsy, cansız, gözlerle yeşil perdeye bakıyordu

- Perdeyi kaldırsana, görmek istiyorum diye fısıldadı

 Sue yorgun yorgun perdeyi kaldırdı.

O da nesi? Onca yağmur ve rüzgara rağmen, tuğla evin üzerindeki sarmaşıkta bir yaprak hala duruyordu. Hala koyu yeşildi, kenarları biraz sararmıştı,

- Bu sonuncuydu, geceleyin mutlaka düşer diyordum rüzgarı duyuyordum, sabaha düşecek ve ben de aynı anda ölürüm diyordum..

- Hayatım, hayatım, kendini düşünmüyorsan beni düşün, ne yapardım?

Ama Johnsy cevap vermedi. Dünyanın en yalnız şeyi, esrarengiz son yolculuğuna hazırlanan bir ruhtur,

Günler geçti, akşam karanlıkta bile sarmaşık yaprağının duvarda asılı olduğu görülebiliyordu, gece oldu, akşam rüzgarı başladı, yağmur camları dövüyor, çatılardan aşağı akıyordu,

Sabah olunca Johnsy, perdeyi kaldırmasını söyledi

Sarmaşık yaprağı hala oradaydı.

Johnsy birkaç gün daha yaprağa bakarak yattı, sonra ocakta tavuk çorbasını karıştırmakta olan Sue'ye seslendi

 - Çok mızmızlık yaptım, o son yaprağın orada durmasını sağlayan şey ne kadar kötü bir kız olduğumu gösterdi, ölmek istemek günahtır, şimdi bana çorba getirebilirsin, biraz da süt yok önce bir ayna getir bana biraz da yastık doğrulup yemek pişirirken seni seyretmek istiyorum.

Yarım saat sonra,

- Bir gün Napoli Körfezi'nin resmini yapmak istiyorum.

Ertesi gün doktor geldi..

- İyi bakımla iyileşeceksin, şimdi alt kattaki bir başka hastaya bakmam lazım, adı Behrman, bir ressam o da zatüree olmuş, yaşlı, zayıf bir adam, hiç umut yok fakat yarın hastaneye yatacak orada daha iyi bakılır

Ertesi gün doktor 'tehlikeyi atlattın, kazandın bakım ve iyi beslenme...işte bu kadar'
dedi.

Öğleden sonra, Sue Johnsy'nin yanına geldi, kız mavi yünden bir atkı örüyordu, kolunu kızın omuzuna ve yastıklara dayadı..

Sana bir şey söylemem lazım beyaz fare, bay Behrman hastanede zatüreeden ölmüş, hastanede sadece iki gün kaldı, kapıcı onu odasına geldiği ilk gün bulmuş, giysileri, ayakkabısı sırılsıklam ve buz gibiymiş, bu berbat gece boyunca nerede olduğunu bilmiyorlar, sonra hala yanan bir fener bulmuşlar, bir de merdiven...yerinden sürüklenerek çekilmiş..sonra oraya buraya dağılmış fırçalar ve üzerinde yeşil ve sarı rengi boya olan resim paleti..  ve pencereden bak hayatım, duvarın üzerindeki son yaprağa bak, o kadar rüzgara rağmen onun niçin hiç düşmediğini, kopmadığını merak etmedin mi? Ah hayatım, o yaprak Behrman'ın baş yapıtıydı: Son yaprak düştüğü gün duvara senin için bir yaprak resmi çizmişti...

 Yazan: O'HENRYÇeviren: Müjde Dural

14 Haziran 2012 Perşembe

İçmeden sarhoş olmazmısın sanıyorsun.Dinle...

http://www.youtube.com/watch?v=Rtaw9_UrMs8&feature=related

Kendinle yüzleşebilir misin ?

Al Pacino, Meryl Streep ve Emma Thompson'ın rol aldığı 11 Emmy ödüllü 'Angels in America

Son yılların, hakkında en çok konuşulan dizi filmlerinden 'Angels in America
.  Al Pacino, Meryl Streep ve Emma Thompson gibi ünlü yıldızların rol aldığı fantastik dizi, AIDS hastası iki eşcinselin yaşamlarını ve çevrelerinde gelişen olayları konu alıyor. 1985'de Ronald Reagan'ın ABD Başkanı olduğu dönemde geçen 'Angels in America,' Amerika'daki siyasi yapıyı ve toplumun AIDS hastalarına ve eşcinsellere karşı tavrını da eleştiriyor. 11 dalda Emmy ödülü, beş dalda da Altın Küre kazanan yapım, Tony Kushner'in tiyatro oyunu olarak yazdığı bir hikayenin televizyon uyarlaması aslında. Kushner, dizi filme konu olan oyunuyla Pulitzer ödülü kazanmıştı.






                     

11 Haziran 2012 Pazartesi

Bir tebessüm et

Zarif ve yergili üslubuyla tanınan Aldous Huxley, 1920’lerin başlarında yazdığı Mona Lisa Tebessümü’nde, o derin gözlemciliği ve kıvrak anlatımıyla bir ‘aşk üçgeni’ sunuyor okuyucuya: Zengin karısını yitiren bir erkek, ona göz koyan zengin ve geçkin bir kız kurusu ve adama çılgınca aşık bir kenar mahalle kızı. Tutkuyla örülen fırtınalı bir yaşam. Mona Lisa Tebessümü, İngiliz edebiyatının en büyük yazarlarından birinin kaleminden çıkma bir ‘tutku’ öyküsü. İngiltere ve İtalya’da geçen incelikli bir modern klasik.

Sen henüz yargılanmadın mı?

Franz Kafka'nın Dava adlı romanının bu çevirisi, yazarın 'Oxford Metinleri' diye adlandırılan el yazıları üzerinde Amerikalı ve Alman uzmanların yaptıkları son çalışmalarla oluşturulan metinden yapıldı. Dava, 'Korku Çağı' diye adlandırılan 20. yüzyılda insanoğlunun artık neredeyse kurtulunması olanaksız bir yazgıya dönüşmüş olan kuşatmalı yaşamının öyküsüdür. Bu çağa korku egemendir, çünkü insan, hemcinsleriyle insanca bir dil aracılığıyla iletişim kurabilme, böyle bir dille insanca tepkiler uyandırabilme olanağından yoksun kalmıştır. Albert Camus'nün deyişiyle, bu olanağın bulunmadığı bir çağ ,artık ancak 'Korku Çağı' diye adlandırılabilir. Kafka'nın Dava'da betimlediği yargılama süreci, böyle bir çağın en güçlü simgelerinden biridir ve bu roman, insan, insanın korkusu olarak kaldığı sürece, güncelliğini -ne yazık ki- hiç yitirmeyecektir.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Biraz düşünme zamanı


'Bir gün mutlaka olacaktı. Deneyimin getirdiği baş dönmesi içinde Tanrı'yı görebilen bir yazar, bir kurban, bir devrimci çıkacaktı. Ama bunun Dorfman kadar yalın ve büyük bir yazar olmasını kimse beklemiyordu' diyor John Berger. Konfidenz, bu sözlerin hiçbir abartma içermediğini kanıtlayan müthiş bir roman. Sevgilisi Martin'in peşinden Paris'e gelen Barbara adında bir kadın, bir otel odasına girdiği anda telefon çalar. Arayan Leon adında, hiç tanımadığı, ama kendisi hakkında her şeyi, hatta hayatının en mahrem yönlerini bile bilen bir adamdır. Barbara'ya Martin'in başının belada olduğunu söyler. Martin oraya aslında gizli bir siyasi direniş örgütüne katılmak için gelmiştir. ve Leon da örgütte Martin'den sorumlu olan kişidir. Kısa aralarla tam dokuz saat konuşurlar telefonda. Leon'un Barbara'yla ilgilenmesinin nedeninin sadece siyasi sorumluluk olmadığı anlaşılır. Son derece gerilimli bir tonda Barbara'nın Martin'le ilişkisinden, aldığı mektuplardan, mesleğinden, çocuklarından, hikâyelerden, erkeklerin zayıflığından, yalan ve ihanetten, siyaset ve direnişten, rüyalardan, aşktan, 'kendi acılarına âşık oldukları için kalplerinde başkalarının acılarına yer kalmayan' insanlardan bahsederler. Leon şaşırtıcı bir itirafta bulunduktan sonra kendini çırılçıplak ortaya koyar: Hayatını başkalarının acılarını emmekle geçirmiş bir sünger gibidir. 'Varlığının orta yerinde dişiliğin o derin yarısına benzeyen bir şey vardır ve dünyanın acıları buradan içine dolmaktadır.' Bu upuzun konuşma, en yoğunlaştığı anlardan birinde beklenmedik bir biçimde kesilir ve başdöndürücü bir olaylar zinciri başlar... Bütün bunlar olurken de bizlere Leon'la Barbara'ın hikâyesini anlatan yazar, durmadan kendisini sorgulamaktadır. 'Katillerin dünyasında düş kurmaya cesaret eden' insanları anlatan hüzünlü ve politik bir roman Konfidenz. Yazarın anlatı ustalığına hayretler edilerek bir solukta okunacak bir başyapıt. (Arka Kapak)

30 Mayıs 2012 Çarşamba

senin ruhun ne renk ?

"... Sefil düşünceler ve küçüklükler arasında kaybolup, hayattaki büyük sırrı çözemedik, soru da cevapsız ve acımasız kalakaldı: Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış zilleri, yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin, yanlış yataklarda uyudun, yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun?.."

"Mourselas'ın duvar resmi, Hieronymus Bosch'un tablolarına benziyor: İçinde bir çok kadın ve erkek, bir sürü farklı an ve durumda resmedilmiş! Bu tablonun içinde, yıkıcılığa varan bir mizah anlayışıyla insan manzaraları sergileniyor. İnsanların aşk, cinsellik ve sosyal yaşamları, bazen acımasızca, bazen de insancıl ve şefkat dolu bir yaklaşımla betimleniyor. Fondaysa müthiş bir berraklıkla siyasi görünümün ana hatları çiziliyor. Mourselas'ın kitabı anlatılmaz. Okunur. Tadı çıkarılır. Bu kitabı edinin."
-Kostas Stamatiou-